İkinci Yeni’nin Kent İzleği ya da Yabancılaşmanın Nesnesi Olarak İkinci Yeni Şiirinde Kent
- İbrahim Tüzer
- 19 Mar 2017
- 7 dakikada okunur
“Şiirimiz kentten içeridir abiler”
Mor Külhani / Ece AYHAN
“Stadt luft macht frei”
“Kent havası insanı özgür kılar”
Alman Atasözü
İnsanın kendi benliğiyle irtibatını keserek başkalarının güdümüne girmesi ve gerçek benliğiyle olan içsel temasını ortadan kaldırıp “yabancılaşan” bir varlık olarak “kendinden kopma hali”ni (Cevizci 2005: 1728) yaşaması, kent içerisinde daha hızlı olmaktadır. Şehirde sürdürülen hayat tarafından kuşatılarak bireyselliğini ve özgünlüğünü yitiren; kentin ve toplumun istediği forma girerek sıradanlaşan modern insan, kendine ve çevresine yabancılaşmaktan kurtulamaz. Sözünü ettiğimiz bu yabancılaşma ve sıradanlaşma içerisinde Gordon Marshall’in tarif ettiği “toplumsallaşma” (Marshall 1999: 760) süreci de vardır. Kent içerisinde bulunan insan, birtakım toplumsal rolleri yerine getirmek zorundadır. Modern zamanların yöneticileri tarafından belirli normlarla şekillendirilen bu mecbur bırakılmışlıklar, İkinci Yeni Şiiri’nin çok sık olarak işaret ettiği birer baskı alanı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Edip Cansever’in (1928–1986) Ben Ruhi Bey Nasılım adlı şiir kitabında yer alan “Kısa Bir Not: Konakta Son Gün Ve…” adlı metin, tam da kent-yabancılaşma-toplumsallaşma fenomeninin yitiği olarak “modern insan”ı işaret etmektedir. Cansever şiirinde, onun mecbur bırakılmışlıklarını ve sıradanlaşarak anlamdan yoksun olan yaşantısını ‘kentsoylular’ özelinde ironize ederek dikkatlere sunar. Şairin kendi yaşamından hareketle çıkmazlarını ve tıkanmışlığını bildiği kentin ve kent insanının hallerini, Ruhi Bey karakteri üzerinden içselleştirerek ortaya koyması aynı zamanda sahici bir yaşanmışlık ve beşerî bir durumdur. Şair, aşağıya örnekleyeceğimiz dizelerde görüleceği gibi, ‘kentsoylular’ın çoğu zaman neonlar altında görülemeyen yanlarını açık eden bir üslûpla sesini yükseltir:
(…)
(Ah, ne de çok şeyleri vardır da, nasıl
Hep böyle yerinde harcar bu kentsoylular.)
Giysiler giysiler gene giysiler
Fiyonklar, boncuklar, payetler
Değerli-değersiz, sahici-yalancı
Türlü türlü iğneler, yüzükler ve kolyeler
Önce hep nasılsınızlar, lütfenler, oturmaz mısınızlar
Denenmiş iç geçirmeler, gizliden bakışmalar
Ve yaldızlı cümleler
Bu pazar ne yaptınız? Hangi pavyonda? Sahi mi?
İğreti kahkahalar, ucuzundan gülmeler
Bacak bacak üstüne atmalar, yerlere uzanmalar
Sigaralar içkiler
Sonra gene içkiler, hiç bitmeyen içkiler
Ve dudaklar ve gözler, ince uzun boyunlar
Memeler, kalçalar, kıçlar, falluslar
Ve yavaştan seviciler, ibneler
Poz kesen jigololar.
(Nasıl da vaktini bilir her şeyin
Ve vaktinde girişirler her şeye bu kent soylular.)
(…)
(Bilmezsiniz siz, bilemezsiniz
Görseniz nasıl ince
Nasıl da kibardır bu kentsoylular.)
(…)
(Kim ne derse desin iyi bilirler kovulmayı da
Azıcık sırıtırlar azıcık da şakaya filan alırlar
Ve usuldan ve bozmadan hiç durumlarını
Çıkarlar kırıtaraktan dışarı
Yalanla avunurlar, yalanla korunurlar
Bilmezler utanmayı hiç bu kokuşmuş kentsoylular.)
(Cansever 2007: 74–76)
Yukarıdaki dizelerde özellikle ‘Bilmezsiniz siz, bilemezsiniz’ şeklinde yer alan söz grubu, sınırlarını giriş kısmında çizmeye çalıştığımız kente ve bura insanının özelliklerine aşina olmayan insanlara yönelik bir hitap olarak belirmekte; ‘kentsoylular’ın hallerini ifşa etme şeklinde ortaya çıkmaktadır. ‘Utanmayı bilmeyen’ ve ‘kokuşmuş’ olan bu şehir ahalisinin aslında en büyük problemi “yalnızlık”tır. Bir taraftan yalnızlığı “özgürlük”le eş değer görüp sürekli arzularken diğer taraftan tek başınalık ve bırakılmışlık korkusuyla hayatını hep bir şeylere yaslayarak devam ettirmeye çalışır. Bu nedenle kentli insan, yalnızlıktan/özgürlükten daima kaçar. Yaşamış olduğu bu paradoksal durum ‘kentsoylu’nun sürekli peşinden koşması gerektiği, yetişmek zorunda kaldığı kaotik bir ortam yaratmasına neden olur. Kent, tam da böyle bir ortamdır ve buranın ortasında bulunanın kendinin farkına varmasına, bilinçlilik düzeyinin toplumsal kuşatılmışlıktan sıyrılarak nesnelerin boyunduruğundan kurtulmasına engel olur. Dolayısıyla Cansever’in işaret ettiği gibi kentin insanı, ‘giysiler’, ‘fiyonklar’, ‘boncuklar’, ‘değerli - değersiz’ ve ‘sahici - yalancı’ nesnelere sığınarak hayatının içini daima boşaltmakta; büyük bir karmaşa ve uğultu içerisinde yaşayıp gitmektedir.
Yabancılaşmanın önemli bir itici unsuru olarak kabul edilebilecek olan tüketim, modern toplumların bir araya geldikleri kentlerde en üst seviyede yaşanmaktadır. Bu “kalabalığın” içerisinde sıradanlaşarak tükenip giden insanı, Daryush Shayegan’ın ifadesiyle “yaralı bilinç” olarak tarif etmek mümkündür. Geleneksel toplumlarda meydana gelen kültürel şizofreniyi inceleyen Shayegan’a göre “bütün toplumsal evrimler birer yabancılaşma sürecidir. Çünkü insanın doğal karakterini değiştiren ve onu, tutkuları ve tatmin edilmemiş arzularıyla yaşayan yabancılaşmış bir varlık haline getiren bizzat toplumdur” (Shayegan 1991: 43–44). Burada Ortega Y Gasset’in “toplum, topluluk, koskoca bir ruhsuzluktur” yargısını da hatırlamak isabetli olacaktır. Gasset, bu toplulukta yaşayan insanın kendini “insanlık”tan çok “insanlık dışı ortam” içinde bulacağını belirtir (Gasset 1999: s.26).
Kentin ve modern zamanlardaki baskı alanlarının insan bilincinde meydana getirdiği kırılma, Edip Cansever şiirinin merkezinde duran bir olgudur. Bir tür bilinç yanılsaması olarak da adlandırabileceğimiz bu durum kendini en çok da modern bireyin yok saydığı ruhu üzerinde gösterir. Yalnızlık ve “sıkıntı” şeklinde ortaya çıkan; kişisel anlam eksikliği nedeniyle her türden eğlenceyi ve hazzı talep eden bu bilinç, kenti de içine alarak tüm değerleri tüketilecek bir nesne olarak algılar. Sıkıntı’nın fenomolojik boyutu üzerine bir tür düşünme biçimi geliştiren Svendsen, modern birey için yaşamının merkezinde yer alan olgunun “sıkıntı” olduğunu ileri sürer ve “modern teknolojinin bizi gittikçe daha fazla seyirci ve edilgen bir tüketici haline getirdiğini dile getirir. Bundan dolayı da kentli insanın daha az etkin katılımcı haline geldiğini işaret eder ve bu durumun bizi anlam bakımından yetersiz kıldığını belirtir (Svendsen 2008: 35–36).
Cansever’in Umutsuzlar Parkı’ndan Tragedyalar’a, Çağrılmayan Yakup’tan Ben Ruhi Bey Nasılım’a ve Bezik Oynayan Kadınlar’dan Oteller Kenti adlı şiir kitaplarında bir araya gelen metinlere, kimi zaman lirik kimi zaman da epik bir tondan konu olan bireylerin hemen hemen tamamı, yukarıda dikkat çekmeye çalıştığımız türden bir tıkanmışlığı, yalnızlığı ve sıkıntıyı yaşar. Aşağıda “Umutsuzlar Parkı I” ve “Tragedyalar III” adlı iki farklı şiirden vereceğimiz alıntılarda dikkat çekmeye çalıştığımız husus belirginleştirilir. Bu metinlerde yer alan ‘park’, ‘karanlık’, ‘saklanmak’, ‘loş’, ‘korku’, ‘siyah’, ‘acı’, ‘mor’, ‘sıkıntı’, ‘dernek’, ‘üye’, ‘memur’, ‘banka’, ‘suçlu’ ve ‘yalnızlık’ gibi kelimelerle meydana getirilen çağrışım alanları, kent ve buraya sıkışıp kalan huzursuz insanın anlam dünyasını gözler önünde canlandırır:
Biliyorsunuz parkların
Sizi çağıran tarafları
İnsanın gizli, karanlık köşeleriyle oranlı
Orada saklanıyor onlar
Çünkü her türlü saklanıyorlar orada
Bir yağmur öncesinin loş sokaklarıyla
Dağınık mavisiyle gözlerinin
Sevgi vermez kadın uçlarıyla
Korkuya, sadece korkuya sığınmış olarak
Eskimiş, kurtlanmış ikonlarıyla kiliselerinin
Yalvaran bakışlarıyla - nasıl da sevimsiz -
En kötüsü, belki de en kötüsü
Bir duygu açlığıyla soluyarak
Parklara yerleşiyorlar, parkların
Onları çağıran köşelerine
Bir karıncayı selamlıyorlar, besili, siyah
Bacak aralarından
Çömelmiş, öyle sakin
Selamlıyorlar
“Günaydın” diyorlar atılmış bir kâğıt parçasına
Kuleler yapıyorlar ayak parmaklarından
Birinci katta bir kibrit çöpü oturuyor
Acılar alıp veriyor dünyadan
Mora kaykılmış diz kapaklarına
Dillerini gösteriyorlar, dizkapaklarını
Bir sıkıntı şiiri gibi
Sıkıntı
İşte
Tam orada duruyorlar.
(Cansever 2008: 159)
(…)
Ya da bir dernekte üyesiniz, azıcık mutlusunuz
Ya da küçük bir memur bir banka servisinde
Durmadan suçlusunuz
Durmadan suçlusunuz
Durmadan suçlusunuz ve artık kendinizi
Gücünüz yok ödemeye.
Giderek siz oluyorsa bütün bir kalabalık
Yüzünüz yüzlerine benziyorsa, giysiniz giysilerine
Ansızın bir hastanın kendini iyi sanması gibi
Gücünüz yetse de azıcık bağırsanız
Bir yankı: durmadan yalnızsınız
Durmadan yalnızsınız.
(Cansever 2008: 299)
Turgut Uyar’ın (1927 – 1985) 1949 yılında yayımlanan Arz-ı Hal adlı ilk şiir kitabında, yukarıda ifadeye çalıştığımız kent-yabancılaşma bütünlüğünü işaret eden şiirler dikkat çekmektedir. Bu metinlerden “Şehitler” adlı şiirde şair, köyden, kentten, sahilden, hapishaneden bir araya getirdiği ‘çocuk’ları aynı ülkü değer etrafında savaşa gönderir ve vatan için can verdirir. Fakat bu çocukların her birinin yaşadıkları mekânlardan dolayı farklı özellikleri vardır:
Sen,

Adını bilmediğim bir köyde doğmuşsun..
Kucak kucağa büyümüşsün toprakla,
Yorulmuşsun, sevmişsin
Harman yapmışsın,
Çocuk yapmışsın,
-Topraktan korkum yok ki zaten-
Diyebilmişsin ölürken…
Sen,
Bir şehir çocuğuymuşsun,
Dev makinaların gıdası olmuş kanın.
Büyüyememişsin
Sevememişsin.
Son merdane hücumunda manganın,
Şehit olmuşsun…
(…)
Sen şehir çocuğu,
Sen orospu çocuğu, hepiniz,
Toprağın nemli bekâretindesiniz.
Kitaplarda, türkülerdesiniz.
Hatıralarınız ıssız kasabalarda kaybolmuş,
Kiminin kızı hizmetçi,
Kiminizin karısı metres tutulmuş,
Dünya nimetlerinden kırıntılar dişlerinizde..
(Uyar 2002: 27–28)
Çağrıştırdıkları ve düşündürdükleriyle masumiyeti, saflığı ve günahsız olmayı imleyen ‘çocuk’, ‘şehir’, ‘köy’ ya da ‘hapishane’ dolayısıyla şair tarafından farklı anlam alanlarına meydan verecek biçimde kullanılmıştır. ‘Köy’ün, ‘toprak’la ve ‘kucak kucağa’/sarmaş dolaş olma haliyle ele alınmasına karşın ‘şehrin’, ‘dev makinalar’, ‘gıda’, ‘kan’, ‘büyüyememe’, ‘sevememe’ ve son olarak ‘hücum’ sözcükleriyle ifadelendirilmesi, yukarıda işaret edilen kent merkezli yabancılaşma ve toplumsallaşmayı örneklemesi bakımından dikkat çekicidir.
Turgut Uyar, çok etkin bir biçimde kullandığı tahkiyeli üslûbuyla, küçük, dar ve ilişkilerin daha derinden yaşandığı kasabalardan kente gelen insanların yalnız, sinik ve yabancılaşarak sıradanlaşan yaşamlarını anlatır. “Sular Karardığında Yekta’nın Mezmurudur” adlı şiirinde, “Akçaburgaz bir küçük kentti / Küçük evleri olan bir kentti / Yalnızdım inceydim kendi kendimeydim / Kalktım bu büyük kente geldim / (…) / Yalnızlığım sığmadı kente / Çünkü dağlara alışıktı bana alışıktı / Birden evlere sokaklara çarptı / Büzüldü çirkinleşti kıvrıldı / Çünkü kentlerin yalnızlığı korkaktır / Akçaburgaz’da mutluydum onunla / Hoşnuttum ondan” (Uyar 2002: 166–167) diyen Akçaburgazlı Yekta, kentteki uyumsuzluğuyla dikkat çeker. Aynı “Malatyalı Abdo İçin Bir Konuşma” şiirinin kahramanı “Malatyalı Abdo” (Uyar 2002: 304–310) gibi, o da kalbiyle aklı arasına giren modern kentlerin karnavallaşan yapısı karşısında tutunamaz. Topraktan kopmuş olmanın verdiği şaşkınlıkla “bu şehri nasıl yapmışlar böyle üst üste, ne gökyüzü komuşlar ne günaydın, ne buldularsa getirmişler dağların ovaların dışında…” (Uyar 2002: 148) diyerek, birbirinin aynısı olan insanları, nesneleri, yapıları algılamaya çalışır.
Kentin içerisinde kendi sesini ve kimliğini kaybederek “herkes” gibi yaşayan insanın en temel sıkıntısı, bu yabancılaşmadan/“herkesleşmeden” doğan huzursuzluktur. Uyar’ın şiirlerinden bize ulaşan en önemli husus bu huzursuzluğun vurgulanmasıdır. Şair, “Kanadı Menekşeli İyi Uzun Balkon” şiirinde yer alan “O bütün huzursuzluğumuz olan şehir boşaltıyor ayak sesi demirlerini yorgun yüreklerimize” (Uyar 2002: s.194) dizesiyle işaret etmeye çalıştığımız esası dile getirir. Fakat belirginleştirilen bu durum karşısında, sanayileşmeyle birlikte birer tüketim merkezleri haline gelen kentteki küçük insanın yapabilecek hiç bir şey yoktur. Zaman zaman “Ben ne yapıyorum?” sorusu akla gelse bile içerisinde bulunduğu kent ve tatmin edilmesi gereken hazlar, onu kendi anaforuna çeker ve modern insan hiçbir zaman tamam olamaz. Turgut Uyar kentli insanın bu yarım kalmışlığına, “hüzün” sözcüğünün çağrışım alanlarıyla “Kıştan Kalan Soğukluk” ve “Yaralı Olduğunu Sanan Birisinin Hüznüne Gazel” adlı şiirlerinde işaret eder:
(…)
kanın ateşin ve seslerin böyle cömertçe kullanıldığı
böyle sorumsuzca kullanıldığı bir dönemde
herkesin şimdilik hakkı vardır hüzünlenmeye
(Uyar 2002: 453)
(…)
ve onun hüznü vardı
“Her şey atılıyordu. Bitmiş sigaralar. otobüs biletleri. kullanılmış pamuklar muayyen zamanlarda. tarifeler. yaz gümrükleri. gazocağı iğneleri. kötü çıkmış resimler. bir yatma. bir evin oniki yıllık badanası. bir tarih kitabı. kazanılmış bir savaş ve sonucu. bir anlamsızlık. ölü bir çocuk ve pabucu. kibritler. sinemalar. Ve.”
onun hüznü vardı
(…)
(Uyar 2002: 328)
‘Kanın’, ‘ateşin’ ve de ‘seslerin’/sözlerin içinin boşaltıldığı; insanın kullan at anlayışıyla sanal mutluluklar peşinde olduğu modern kentlerde geçerli ve itibar edilen tek değer, insanların madde itibariyle kapladıkları yer, diğer bir ifadeyle, gölgelerinin büyüklüğüdür. İçsel bir derinlikten ziyade nesnelerinin genişliğini önemseyen kent insanını bekleyen en büyük tehlike, kendi gölgesi tarafından ele geçirilmektir. Gölgesi tarafından ele geçirilen bir insan, Carl Gustav Jung’un tarif ettiği şekliyle, “kendi ışığını keser ve kendi tuzağına düşer. Eline geçen her fırsatta başkalarının üzerinde olumsuz etki bırakır ve sürekli kendi düzeyinin altında yaşar” (Jung 2003: 56). İnsan yaşamının esas gayesi ise gölgesi tarafından ele geçirilmeden, kendi karanlıklarını aydınlığa çıkarmak, eksikliklerini tamamlayarak zedelenmişliklerinin ıstırabını azaltmaktır. Ancak sözü edilen bu eşik atlanıldığında insan tamam olmuş/tamamlanmış sayılır. Yine Jung bu “ayık olma” ve “otantik yaşama” halini, insanın merkeze kendi yapıp edebilirliliklerini koyarak dünyayı “tamam-etme eylemi” (Jung 2003: 9) olarak adlandırır.
İllüstrasyon:
Murat Kalkavan
KAYNAKÇA
Ayhan, Ece (2008), Bütün Yort Savul’lar! – Toplu Şiirler, YKY, İstanbul.
------------, ------ (2002), “Ayağa Kalkarak ‘İkinci Yeni’ Akımı”, Bir Şiirin Bakır Çağı, YKY, İstanbul.
Bachelard, Gaston (1996), Mekânın Poetikası. Çev. Aykut Derman, Kesit Yayınları, İstanbul.
Cansever, Edip (2007), Sonrası Kalır II – Bütün Şiirleri, YKY, İstanbul.
------------, ------ (2008), Sonrası Kalır I – Bütün Şiirleri, YKY, İstanbul.
Cemal Süreya, (2008), Sevda Sözleri – Bütün Yapıtları Şiirler, YKY, İstanbul.
Cevizci, Ahmet (2005), Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul.
Cüceloğlu, Doğan (2005), Özüne Yabancılaşmış İnsanların Oluşturduğu ‘Mış Gibi’ Yaşamlar, Remzi Kitabevi, İstanbul.
Eco, Umberto (1996), Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti, Çev. K. Atakay, Can Yayınları, İstanbul.
Gasset, Ortega Y (1999), İnsan ve Herkes, Çev. N. G. Işık, Metis Yayınları, İstanbul.
İbn Haldun (2004), Mukaddime, Haz. S. Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul.
Jung, Carl Gustav (2003), Dört Arketip, Çev, Z. A. Yılmazer, Metis Yayınları, İstanbul.
Marshall, Gordon (1999), Sosyoloji Sözlüğü, Çev. O. Akınhay, D. Kömürcü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara.
Martindale, Don (2005), “Şehir Kuramı”, Şehir ve Cemiyet. Çev. F. Oruç, İz Yayınları, İstanbul.
Sennett, Richard (2002), Ten ve Taş, Çev. T. Birkan, Metis Yayınları, İstanbul.
Simmel, Georg (2005), “Metropol ve Zihinsel Yaşam”, Şehir ve Cemiyet, Çev. A. Aydoğan, İz Yayınları, İstanbul.
Shayegan, Daryush (1991), Yaralı Bilinç, Çev. H. Bayrı, Metis Yayınları, İstanbul.
Steiner, George (2003), Heidegger, Çev. S. Sahra, Hece Yayınları, Ankara.
Svendsen, Lars Fr. H. (2008), Sıkıntının Felsefesi, Çev. M. Erşen, Bağlam Yayınları, İstanbul.
Tatcı, Mustafa (1998), Yûnus Emre Dîvânı II Tenkitli Metin, MEB Yayınları, İstanbul.
Uyar, Turgut (2002), Büyük Saat – Bütün Şiirleri, YKY, İstanbul.
Wirth, Louis (2002), “Bir Yaşam Biçimi Olarak Kentlileşme”, 20. Yüzyıl Kenti, Çev. B. Duru; A. Alkan, İmge Yayınları, Ankara.
Yalom, Irvın (2001), Varoluşçu Psikoterapi, Çev. Z. İyidoğan Babayiğit, Kabalcı Yayınları, İstanbul.
Son Yazılar
Hepsini GörGülten Akın’ın şiirlerindeki “kadın” izleğinin peşinden gidildiğinde şairin poetikasına ilişkin önemli bilgiler ortaya konulabilir....
Yönetim sıkılaştığında düşünmenin, düşündüğünü ifade etmenin zorlaştığı -hatta bazen imkansızlaştığı- herkesin malumudur. "Düşüncenin...
Comments