Distopyalarda Yabancılaşma Kavramı
- Pelin Ünen
- 19 Haz 2020
- 5 dakikada okunur
1868 yılında J. Stuart Mill tarafından bir parlamento konuşması sırasında kazandırılan “distopya” sözcüğü, edebiyat çevrelerinde yeni bir patika oluşturmuştur. Özellikle de İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği yıkım, dönemin yazarlarını felaket senaryoları kurmaya ve Mill’in tanımıyla “yaşama geçirilemeyecek kadar kötü” olanları yazmaya itmiştir (Mill, 1868; akt. Vieira, 2010/2017). Fakat her ne kadar yaratılan bu “kötü” evren kurgu olsa da gerçek ögelerden tamamen kopuk olduğunu söylemek mümkün değildir. Toplum, birey, ekonomi ve siyaset konuları tıpkı günlük hayatta olduğu gibi distopyalarda da üzerinde durulmuş ve eleştirilmiştir. Teknolojik gelişmeler, küreselleşme ve modernleşmeyle güncelliğini pekiştiren “yabancılaşma” kavramı da eleştirilen ve üzerinde durulan distopik konulardan biridir. Modern dünyanın etkisiyle güncelleşen yabancılaşma konusu geçmişte yazılmış distopik eserlerde de yer almıştır. Tarihsel değişimine rağmen konunun hala geçerliliğini koruduğunu kanıtlamak amacıyla, bu yazıda bir yıl arayla yayımlanan “Piyango” öyküsü ve 1984 romanının yanı sıra bu iki eserden kırk yıl sonra yazılan Damızlık Kızın Öyküsü romanına da yer verilecektir. Yabancılaşma, bireyin ekonomik veya toplumsal sebeplerle değer kaybı yaşamasıyla gelen bunalım, bireyin yalnızlaşması ve nesneleşmesi olarak ele alınabilir. Gerçeklikle bağ bu açılardan sıkı sıkıya korunuyorken konunun sosyolojik temelli ve felsefe alt başlıklı incelemesini yapmak yerinde bir adım olacaktır. Bu yazıda distopyalardaki yabancılaşmanın sebeplerine bakarken bir yandan da toplum ve birey üzerindeki etkilerinin gerçek hayatta olduğu kadar distopyalarda da önem taşıyıp taşımadığını tetkik edeceğiz.
Yabancılaşma kavramını iyi anlamak için “ben ve öteki” arasındaki ilişkiyi anlamak önemlidir. Toplumlarda tarihin her döneminde gruba dahil olanlar ve gruptan marjine edilmiş olanlar arasında ayrım yapılmış, birtakım özellikler içselleştirilirken diğerleri bariz şekilde dışlanmıştır. Ekonomik sınıflar ve bu sınıfların sosyal etkileri dışlanmayı tetikleyen temel unsurlardandır. Bu çatışma bireyin içinde de her zaman yer almıştır. Gerçekte bulunulan konum ile bireyin bulunmak istediği konum arasındaki fark bu iç çatışmaya sebeptir. Ekonomik veya sosyal anlamda beceri ve potansiyelinin farkına varamayıp kendini geliştirebileceği maksimum düzeye taşıyamayan, sonucunda da mutsuzlaşan birey, kendini gerçekleştirememiş olacaktır. Tamamlayamadığı benliğiyle bulunduğu bağlamdan soyutlanarak kendinden ve ilişki içerisinde bulunduğu insan veya üründen uzaklaşacak ve sonuç olarak da yabancılaşacaktır. Hegel bu süreci Tin’in doğal devinimi olarak tanımlarken Marx bu durumdan kapitalizm ve sınıf ayrımını sorumlu tutar (Hegel, 1807; Marx, 1844; akt. Osmanoğlu, 2016). Fromm (1955/2006) ise Sağlıklı Toplum’da yabancılaşmayı, “puta tapmak” ile eş tutar. İnsanlar, kendi yetenekleri ve enerjileriyle ortaya koydukları insan çabasının ürünü olmaktan başka bir şey olmayan nesneleri bir süre sonra kendilerinden kopuk ve üstünde görerek onlara tapmaya başlamışlardır. Kendini edinimlerinin yaratıcısı olarak görmeyen insan, edinimlerinin sonuçlarına tapmış ve kendi yaşam güçlerine yabancılaşmıştır.
Siyasi ve ekonomik ilişkilerin satır aralarında yer verildiği distopyalara Marksist bir perspektiften bakacak olursak yabancılaşmanın en büyük sebebi emek sömürüsüdür. Distopik romanlarda ana karakter, sistemin çarklarından biri haline gelmiştir. Bir yandan sürekli üretirken diğer yandan ürettiği maddeye, hedeflediklerine bir türlü ulaşamamaktadır. Sistem içerisinde ürün aslında bir araç iken kapitalist toplumlarda insan araç haline gelmiş ve insan emeği metalaştırılmıştır. Fromm, bu durumu insanın yaşam güçlerini nesneye aktarması ve bir bakıma nesneyi putlaştırması olarak özetler (Fromm, 1955/2006, s. 134). Üreticisinden bağımsızlaşan ürün, karakterlere yabancı hale gelmiştir. Bununla birlikte karakterler kendilerini değersiz hissederek varoluşsal bunalıma da girmişler, benliklerine yabancılaşmışlardır. Bunun en güzel örneği Orwell’in 1984 romanındaki ana karakter Winston üzerinden verilebilir. Winston, özellikle romanın başında müthiş bir bunalım içerisindedir. Doğruluk Bakanlığı’nda çalışan Winston’ın her günü birbirine benzemekte ve bulunduğu konumu, işini bir türlü içselleştirememektedir. Bunun sebebi tarih algısı ve geçmişe dair anıları bulunmayan Winston’ın sistemde araç olarak kullanılırken, emeği sömürülürken, değer yargılarından uzaklaşması ve varoluşsal bir bunalım içerisinde her günü birbirine benzeyen hayatına, ilişki içerisinde bulunduğu insanlara ve kendine yabancılaşmasıdır.
“Yaşama geçirilemeyecek kadar kötü” olan anlatılarda, hasar almış bir diğer unsur da insan ilişkileridir. Teknolojik, ekonomik değişiklikler ve distopik devletlerin bilinçli uygulamaları insanları yalnızlığa itmek suretiyle insan ilişkilerini zayıflatarak bireylerin birbirlerine yabancılaşmalarına sebep olmuştur. İnsanların sistemi sorgulaması engellenerek devletin ve sistemin bireyleri manipüle etmesi distopyalarda sıkça rastlanan konulardandır. Toplumlarda oldukça önemli bir yere sahip olan aile ve arkadaşlık gibi ilişkiler bile değer yitirip bireyselliğe indirgenmiştir. Örneğin, Shirley Jackson’ın kısa öyküsü “Piyango”da yıllardır sürdürülen bir piyango geleneğinden bahsedilir. Küçük bir kasabada her yıl düzenlenen bu piyangoda kasaba halkı ahşap siyah bir kutudan birer kâğıt çeker. Beyaz boş kâğıtların arasındaki tek kara lekeli kâğıdı çeken kişi ise taşlanarak öldürülür. Bu geleneğin neden böyle süregeldiği hakkında hiçbir bilgi bulunmazken köy halkı da içlerinden birinin rastgele kurban seçildiği bu geleneği sorgulamamaktadır. İnsanlar, geleneğin kaynağının yine insan olduğunu unutarak ve kendi yarattıkları olguları kendilerinden bağımsız ve üstün hale getirerek bir yabancılaşma doğurmuşlardır. Bu öykü, küçük yerleşim yerlerinde daha kuvvetli olması beklenen toplumsal bağların nasıl yıkıldığını gözler önüne serer. Hikâyenin sonunda Tessie Hutchinson o güne kadar birlikte yaşadığı, konuştuğu ve muhtemelen birçok şey paylaştığı komşuları tarafından taşlanarak öldürülmektedir. Tessie’nin oğlu Davy’nin eline annesine atması için taş tutuşturulması da aile bağları içerisindeki kırılmaya işaret eder. Sonuç olarak distopyalarda toplumun temel taşı kabul edilen aile kavramı zarar görürken aynı zamanda diğer manevi değerler de yozlaşmaya başlamış, bu sebeple bireyler birbirlerine de yabancılaşmış ve toplum kavramı çürümeye yüz tutmuştur.
Son olarak distopyalarda toplumsal, ekonomik ve siyasi anlamda yalnızlığa itilen bireyler yaşadıkları dünyayı anlamlandırma yetisini yitirmiş; sosyal ve bireysel anlamda önemli gördükleri değerlerden sıyrılarak kendi benliklerine de yabancılaşmışlardır. Distopyalarda anlatının genellikle ana karakterler üzerinden geliştiği görülür çünkü diğer karakterler genellikle devletin koyduğu kurallar karşısında konformist bir tavır sergileyerek tek-tipleşmişlerdir. Kendi özlerinden uzaklaşarak hükümetlerin istediği görüntüye bürünmüş ve dolayısıyla da kendilerine yabancılaşmışlardır. Bu duruma, Damızlık Kızın Öyküsü romanında Atwood’un tabiriyle “ayaklı rahimler” olarak adlandırılan damızlık kızlar örnek verilebilir. Bedenleri üzerinde hak iddia eden hükûmet, damızlık kızları komutanlarla cinsel ilişkiye girmek zorunda bırakan bir nüfus politikası uygulamaktadır. Buna göre hükûmet, bedenlerini nasıl örtmeleri gerektiğinden kimle ilişkiye girmeleri gerektiğine kadar kadın bedeni üzerinde söz sahibidir. Böyle bir durumda kendi bedenlerine yabancılaşan damızlık kızlar, benliklerine de yabancı hale gelmiş ve bulundukları toplumun kurallarına uyum sağlamakla kalmayıp birbirlerinin tıpa tıp aynısı haline gelmişlerdir.
Hegel’in felsefi görüşü ile gündeme gelen yabancılaşma kavramı Marx’ın sosyoekonomik yorumu ile pekişmiş ve Fromm’un yorumu ile açıklık kazanmıştır. Görünen o ki yabancılaşma kavramı gerçek hayatta olduğu gibi distopyalarda da birey ve toplum üzerinde yalnızlaşma, benlikten kopma, değerleri yitirme ve iletişimsizlik gibi olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Yazarlar oluşturacakları distopik eserler için ekonomik, siyasi ve toplumsal faktörlerin tetiklediği; modern zamanda sıklıkla nükseden “yabancılaşma hastalığından” ilham almışlardır. Çeşitli konular üzerinden işlenebilen yabancılaşma kavramı farklı dönemlerde farklı yazarlar tarafından üretilen distopik eserlerde karşımıza çıkmaktadır. Shirley Jackson’ın “Piyango” kısa öyküsünde yabancılaşma toplumsal bağlamda iken George Orwell’in 1984’ünde ekonomik eleştiri unsuru taşımaktadır. Ataerkil toplumlara göndermeler yapılarak feminist bir eleştiri sunulan Margaret Atwood’un romanı Damızlık Kızın Öyküsü’nde ise yabancılaşma kadın bedeninden benliğine taşınmış, toplum ve siyasetin kişinin kimliğine kurduğu baskı sonucu bireysel yabancılaşmaya dönüşmüştür.
KAYNAKÇA
Atwood, M. (2017). Damızlık Kızın Öyküsü. (S. Altınçekiç ve Ö. Kabakçıoğlu, Çev.). İstanbul: Doğan Kitap. (Orijinal eserin yayın tarihi 1985).
Fromm, E. (2006). Sağlıklı Toplum. (Y. Salman-Z. Tanrısever, Çev.). İstanbul: Payel. (Orijinal eserin yayın tarihi 1955).
Fromm, E. (2004). Marx'ın İnsan Anlayışı. (K.H. Ökten, Çev.). İstanbul: Arıtan. (Orijinal eserin yayın tarihi 1961).
Jackson, S. (2020). Piyango ve diğer öyküler. (B. Göçer, Çev.). İstanbul: Siren Yayınları. (Orijinal eserin yayın tarihi 1948).
Orwell, G. (2000). 1984. (C. Üster, Çev.). İstanbul: Can Yayınları. (Orijinal eserin yayın tarihi 1949).
Osmanoğlu, Ö. (2016). Hegel’den Marcuse’ye Yabancılaşma Olgusu. Üsküdar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2(3), 65-92. DOI: 10.32739/uskudarsbd.2.3.23
Vieira, F. (2017). Ütopya Kavramı. G. Claeys (Der.), Ütopya Edebiyatı: Cambridge Edebiyat Araştırmaları içinde (ss. 3-31). (Z. Demirsü, Çev.). İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları. (Orijinal eserin yayın tarihi 2010).
Son Yazılar
Hepsini GörÖncü bir Aziz: Thomas More ve Utopia’sı Sir Thomas More tarafından 1516’da yayımlanmış ve ilk ütopya eseri olarak kabul edilen, hatta bu...
İnsanların gelecek tasavvuru, bilim kurgu türü altında edebiyatta ve sinemada kendine yer bulmuştur. Bilim kurgu sineması geçmişten...
Comments