top of page

Lubunca

İSTANBUL KUİR ARGOSUNUN TARİHSEL GELİŞİMİ VE DİLDEKİ DİYAKRONİK SÜREÇLERE SOSYALİŞLEVSEL BİR YAKLAŞIM



Bu yazı İstanbul’daki Kuir topluluğunun tarihi ve topluluk içinde Lubunca olarak bilinen argo değişkesinin biçimi ve doğası hakkındadır. Yazının amacı Osmanlı İmparatorluğu’nun son yılarında ve Türkiye Cumhuriyeti’nin de ilk yıllarında İstanbul’da Şişli ve Beyoğlu bölgelerindeki kayıtlı olmayan erkek eşcinsel ve trans kadın seks işçileri ile etnik dilsel azınlıklar arasındaki ilişkiler sonucu Lubuncayı ortaya koymaktır.


1. Tarih ve Yayılma Alanı Amacımız Lubunca olarak bilinen Kuir argosunun yapısını, geliştiği çevreyi dikkate alarak belli detayları belirlemek üzere incelemektir. Lubuncaya çeşitli dilsel kökenlerden geçmiş ve yerleşmiş unsurların ne zaman ve bu yayılmaya katkıda bulunan ilgili dilsel toplulukların fiziksel ve sosyal alanda bugün bildiğimiz Lubuncayı oluşturmalarına sebep olacak şekilde nerede bir araya geldikleri sorularına bakacağız.


1.1. Lubunca Ne Zaman Başlar? Bu ne zaman başlar sorusunu sormadan önce “başlamanın” bir dil değişkesi için ne demek olduğunu konuşmalıyız. Yayımlanmış ilk örnekler 1980’lerde görünse de bildiğimiz Lubuncanın o zamana kadar çoktan oturduğunu söylemek mümkün. Dahası Lubuncanın en karakteristik özellikleri Osmanlı’nın çöküşü ve Cumhuriyet’in kurulmasıyla sayıları önemli derecede azalmış bir grubun varlığıyla yayılmış olabilir ancak. 1980’ler ve 90’lar edebiyatında görünür olmayan Lubunca bugünkü Kuir argosunun kulla- nımını devam ettiren en üretici unsurları arasında bulunuyor. Unutulmaması gereken Lubuncanın bir bileşim olduğu ve belirleyici özelliklerinin zaman içinde oluştuğudur. Bu yüzden Lubuncanın kökeninden konuşurken tamamlayıcı parçaların kökeninden konuşmak doğru olacaktır.


Lubuncada en kolay tarihi saptanabilecek unsurlardan biri elli sekiz “kıç” kelimesi, Osmanlı Arapça sayı sistemindeki elli sekiz sayısının görünüşüne göre oluşturulmuş bir kelime oyunundan türemiştir. Kökeni itibariyle tekil bir unsur olsa da en azından Lubuncanın 1932’deki dil reformundan çok daha gerilere gittiğini ya da doğrudan eğitimli İstanbulluların hala Arap alfabesini bildikleri döneme kadar vardığını gösteriyor.


Lubuncanın en belirgin özellikleri arasında Roman unsurları bulunuyor. Ayrıca şu an İstanbul’da konuşulmadığı için Lubuncanın temel sözcük dağarcığının yaşı konusunda da bir ipucu değeri taşıyor. Roman dilinin ne kadar konuşulduğuna dair resmi bir kaynak ya da çalışma olmamasına ve bu dilin çok küçük muhafazakâr bir kesimin ileri yaşlı bireyleri arasında konuşulduğu bilinmesine rağmen Paspati’nin (1870) 1860’larda yaptığı araştırmalarda İstanbul’un Roman nüfusunun çoğunluğunun bu dili geniş ölçüde bildiğini göstermiştir. Dilin kaybolmasında hızlı nüfus değişimi sırasında dilin ölümünün de hızlanması ya da Romanca konuşan Romanların diğer Hristiyan topluluklarla XX. yüzyılın ilk yarısında şehirden göç etmesi etkili olmuş olabilir. İkinci sebep penceresinde ise Hristiyan oldukları ortaya çıkıyor. Romanca konuşan Hristiyan Romanlar hakkında çağdaş anlatılarla desteklenen iddia yerleşik Hristiyan Romanların genellikle daha fakir Yunanlılarla evlendiği ve diğer etnik gruplara göre şehrin Yunan nüfusuyla daha iyi anlaştıklarını yönündedir. Öte yandan bu nüfus karışımı Lubuncadaki Romanca fiil köklerine Yunanca kökenli ek “-iz”in eklenmesini de açıklayabilir.


Yunancadan türemiş sözcüklerin varlığı da modern Lubuncanın oluşumunun XX. yüzyıldan sonraya kalmadığını gösteriyor. Tarihsel olarak bakıldığında her zaman İstanbul’da Yunanca konuşan nüfus büyük bir çoğunluğa sahipti. Osmanlı döneminde de şehirde büyük yer kaplayan nüfusun XIX. yüzyılın yarısında gerçekleşen ve bağımsızlık için verilen savaştan sonra da Yunanistan’daki ekonomik sıkıntılar ve artan göçten sonra İstanbul’daki sayısı arttı. Kayıtlar, XX. yüzyıl başlarında şehirdeki Yunan nüfusunun 300.000 kişiyi aştığını ve bunların çoğunluğunun Beyoğlu bölgesinde yaşadığını göstermektedir (Alexandris, 1983). Lozan Anlaşması’ndan sonra nüfus mübadelesi sonrası birçok Yunanlının göçüyle başlayan hareketle nüfus giderek azaldı. Zamanla Türkiye’de yükselen milliyetçi duyguların da etkisiyle Yunan-Türk ilişkileri zayıflamış ve dört büyük göç dalgası oluşmuştur. 1942’de varlık vergisi ile getirilen sınırlandırmalarla başlamış 1974’te Kıbrıs sorunlarından dolayı tansiyonların yükselmesine kadar devam etmiştir. Bu süreçte Yunanlıların sayısının ne kadar olduğuna dair resmi bir kayıt olmaması Yunan nüfusunun Lubunca gibi dil oluşumlarını etkileyemeyecek kadar ne zaman azaldığını tespit etmekte güçlük yaratıyor. Fakat 1920’den 2000’e kadar yaşayan Yunan Ortodokslarının sayısına dair bir analiz, nüfusun 1960’tan 1980’e kadar 1974’teki göç de dahil 59.000’den 5.000’e düştüğünü gösteriyor. Bu da Lubunca sözcüklerde Yunanca etkisinin bu tarihten önce olduğuna işaret ediyor. Dahası Lubunca kelimelerindeki bu Yunanca unsurların Roman unsurlarla hemen hemen aynı zamanlarda geldiğini varsayarsak Lubuncaya dahil olmuş bu Yunanca unsurların bazılarının 1942’deki ilk göçten önce oluştuğunu söyleyerek zamanı daraltabiliriz.


Yaklaşık bir başlangıç tarihi vermek tüm bunlara rağmen zor. 1980’lerden önce Kuir Türkçe argo değişkesinin hakkında özellikle bir kayıt yokken cinsellikle ilişkili argoya ki bu çağdaş Kuir nüfus tarafından kullanıldığı özellikle belirtilmediği halde eşcinsel ilişkileri de içeren bir argo, Osmanlı sözlük yazarlarının ve ilk etnograflarının hatırı sayılır bir ilgi gösterdikleri de açık.


Osmanlı İmparatorluğu’ndaki saray dışı eşcinsellikle ilgili tutarlı bir çalışma yok ve Osmanlı cinselliğinin hetero olmayan kısmı ile ilgili de çok az anlatı var. Aynı şekilde konunun hassas olmasından da dolayı içteki sosyal dinamiklerin ve dışarıdaki çağdaş Kuir topluluklarının davranışlarının özelliklerinin derinlerine inememişlerdir. İç grup dinamikleri değiştiğinden ve Türkiye’de geleneksel olmayan cinsellikle ilgili toplumsal algının yalnızca son on yılda geliştiğinden burada konuşulan süreçte Türkiye Kuir topluluğunun ve dilsel alışkanlıklarının birçok belirgin değişikliğe uğradığını düşünmek pek de mantıksız değil.

Şekil-1’de görülen en dikkat çekici nokta Kuir ile ilişkili argonun köklerini oluşturan kaynak dillerin XVIII. ve XIX. yüzyıl arasında oluşan çeşitliliği ve daha sonra bunun XIX. ve XX. yüzyılda tekrar olması. Arapça kökenli kelimelerin XIX. yüzyılda Romancadan türemiş olanlarla yer değiştirmesi de dikkate değer. XIX. yüzyıldan XX. yüzyıl sözcük dağarcığına onaylanmış yalnızca altı kelime kökü geçse de Kuir ile alakalı argonun, katkısı olan dillerdeki değişimin modern Lubunca sözcük dağarcığını oluşturana benzer bir yayılma alanının oluşmasıyla alakalı olabilir. Aslında Romanca modern Lubunca'da çağdaş Kuir argo kelime sözlüğündekine yakın bir oranda görülüyor. Yunancada benzer şekilde XIX. yüzyıl boyunca birdenbire çıkıyor ve çağdaş sözlüğün %15’ini kaplıyor. XIX.ve XX. yüzyıldan onaylanmış yalnızca altı kelime kökü olmasına karşın katkıda bulunan diller arasındaki bu değişim modern Lubunca sözlüğünü oluşturan yayılma alanına benzer bir alanın olması ile alakalı.

1.2. Lubunca nerede başlar? Lubuncanın nerede başladığını anlamak için Bourdieu’nün (1972) oluşturduğu dilsel habitus kavramını anlamak gerekiyor. Bireyler sosyal çevreleri ile olan etkileşimlerine bağlı olarak bir dünya anlayışı geliştirir. Aynı veya benzer sosyal koşullarda etkileşim içinde olan bireylerin benzer habitus, örneğin benzer dil sistemleri geliştirme ihtimalleri yüksektir (Bourdieu, 1991). Bu noktada anlatılacaklar sadece Türkçe dışındaki dillerden Lubuncaya geçen sözcük birimlerinin fiziki alanda nerede olduklarını belirlemek değil, bu grupların bugünün Lubuncasından görülen belirli özelliklerin geçişini kolaylaştıracak şekilde bir araya gelmelerine neden olmuş sosyal koşulları da araştırmak olacak.


1.2.1. Fiziki Alan Belli fiziki alanlarla yapılan ilişkilendirmelerde Lubuncanın kısıtlı bir alanda konuşulduğuna veya geliştiğine dair bir yargı olmadığını belirtmek gerekir. Konuşmanın çeşitliliği konuşmacılar kadar hareketlidir. Bir konuşmacının bulunduğu yerde Lubunca konuşması o yeri Lubuncanın sürekli konuşulduğu bir yer haline getirmeyeceği gibi bir bireyin Lubunca konuşulan bir yerde bulunması onu Lubunca konuşan biri yapmaz. Lubuncaya katkıda bulunan dil toplulukları arasındaki etkileşiminin olduğu yerde gevşek bir ağ kurulması bu etkileşimlerin yarattığı sosyal alan türlerinin belirlenmesine yardımcı olur. Buna karşılık sosyal alanın hususi özellikleri, bu alanları dolduran konuşmacıların dilsel habitusunun bir ürünü olduklarından orada gerçekleşen etkileşimlerin dilsel sonuçlarındaki hususi özellikleri de açıklar. Burada asıl amaç Lubuncayı üreten iletişimin fiziki konumlarının mümkün olduğunca tam bir şekilde belirlenmesidir. Bu anlamda ilk olarak katılımlarının kritik olduğu en büyük grupların, örneğin Türkiye Kuir nüfusunun konumlarının belirlenmesi icap etmektedir. İstanbul’daki eşcinsel erkek topluluğu bugün Beyoğlu bölgesi etrafında yayılmış birçok bar, kulüp ve kamu alanında bir araya gelirken, uygun iş imkanlarının olmayışından seks işçiliğine mecbur bırakılmış trans kadın nüfusu Beyoğlu’ndaki Tarlabaşı Bulvarı olarak bilinen caddede yaşıyor ve çalışıyor. Bu Taksim Meydanı’nın kuzeyindeki Cumhuriyet Caddesi ve Şişli bölgesine devam ettikçe Halaskargazi Caddesi’ne doğru gidiyor. Bu yol iki alanı bağlayan ana bir geçiş yolu oluşturuyor. Cumhuriyet Caddesi/Halaskargazi Caddesi’nin batısından uzanan iki diğer ana yol olan ve doğu kısmı oluşturan bu caddelerin sokaklarından bazılarının batı sınırlarını çizen Abidei Hürriyet Caddesi ve Dolapdere Caddesi de trans seks işçilerinin müşteri topladığı mekanlar olarak hizmet ediyor.


Maalesef ki Lubuncanın oluşmasında etkin olmuş tüm topluluklar arasında İstanbul’un Kuir popülasyonu bu zamana kadar tarihsel açıdan en az belgelenmiş olanıdır. XVI. ve XVIII. yüzyıllar arasında yapılan çağdaş anlatımlar Türk hamamlarındaki eşcinsel erkek işçilerin yaygınlığından nadiren bahsetse de bahsedilen belirli konumlar farklı farklı ve belli bir mahalle üzerinde yoğunlaşmamıştır. Dahası Osmanlı İmparatorluğu’nun sonlarına doğru bu anlatımlarda kullanılan dil önceki yüzyılların edebiyatında yer bulmuş erkek eşcinselliğinin açık tasvirleriyle alakalı tabulardan dolayı muğlaktır. Bozis (2012, s. 13) örneğin, XIX. yüzyıl Yunan yazarlarından Skarlatos Vizantios Yunan-Bulgar karışık Kasımpaşa mahallesinin (Yunancada bilinen haliyle Κερασοχωριό Kerasohorio ‘Kiraz Mahallesi’) sahil kıyılarını hafifmeşrep kadınlar ve “yozlaşmış erkekler” ile dolu olarak tarif etmiştir. Mahallenin Tarlabaşı Bulvarı’na yakınlığından ve çağdaş adının Κερατοχωριό Keratohorio, kabaca “Horoz Mahallesi” olmasından ve Yunan kökündeki κερατo kerato kelimesinin “boynuz” anlamında olması, bunun da ‘penis’ anlamında bir argoya işaret etmesinden dolayı bunun eşcinsel erkek veya trans kadın seks işçilerine bir atıf olması mümkündür. Abdülaziz ibn Cemalleddin Bey (2000) Osmanlı kültürü hakkındaki 1912 tarihli araştırmasında Kadılar Kahvesi diye Eminönü bölgesinde Tahtakale yakınlarında bulunan bir kahvehaneden bahseder, burası İstanbul çevresinde ve düğünlerdeki köçek etkinliğinin ilk kaynağını oluşturur. Lubuncayı oluşturan modern Türkiye Kuir Topluluğu öncüsü ve köçekler arasındaki bağlantı ilginç ama dolaylıdır. Çoğu köçek oldukça gençti ve istismar sonucu erkeklerle cinsel ilişkide bulunuyordu. (Dobben, 2008). Janssen, (1992) birçok köçeğin yetişkinliklerinde transvestist veya transseksüel olduklarını ve birçoğunun yetişkin seks işçiliğine girdiğini söylese de bahsettiği ilk grup köçekler Türkiye’deki transvestist ve transseksüel nüfusun yalnızca bir kısmını oluşturuyor. Dahası, köçek olarak işgal ettikleri alan fiziksel ve sosyal olarak bugünkü kuirlerin çoğunluğunun olduğundan farklı. Köçeklik kurumu XIX. yüzyıl sonlarına doğru önemli derecede sınırlandırıldı. Önce 1857’de yasadan çıkarıldı daha sonra da Tanzimat ile başlayan Batılılaşma çabalarının bir parçası olarak Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar bu sınırlandırma devam etti (Hanna, 1988). Son olarak İbn Cemaleddin özel köçek sözcük dağarcığına ilişkin bir şeyden bahsetmemiş. Ama köçeklerin genelde Yunan, Yahudi ve Çingene kökenli olduklarını ve köçekler arasında eşcinsel bir erkek ya da trans kadın olanların Lubunca dağarcığına büyük katkıları olan bir azınlık olma ihtimallerinden de bahsediyor. Fakat son olarak Lubuncanın oluşumunda birincil sayılabilecek bir alan kaplayan fiziki alanların içine köçeklerin yaşadıkları alanı dahil etmenin pek mümkün olmayacağını söylemek yeterli olacaktır.


İstanbul’un Kuir bireylerin yoğun olduğu bölgelerindeki tarihi geçmişiyle birlikte Lubuncanın kelimelerinin geldiği dilleri konuşan toplulukların olduğu bölgeleri aramak gerekiyor. Lubuncanın oluşumuna katkıda bulunmuş etnik azınlık grupların fiziki konumlarını bulmak gayrimüslim yerleşimleri kısıtlayan Osmanlı yasalarından dolayı çok zor olmuyor. Geleneksel İslam hukuk sisteminde halk Müslim ve gayrimüslim olarak ikiye ayrılır. Müslüman devletlerde yaşayan gayrimüslimler ise İmparatorluk vatandaşı olarak görülenler ve cizye vergisi karşılığında belirli özgürlüklere sahip olan zımni grup ile sadece belli bir süre kalmasına ve korunmasına izin verilen grup olarak ikiye ayrılıyordu. Bu sistemde gayrimüslimler Galata Kulesi bölgesindeki alanda toplanmışlar ve Cenevizliler ikinci gruba girerken Ermeni, Yunan ve Yahudiler zımni statüsünde yer almışlardı. Cenevizli nüfusu zamanla azalırken diğerleri Galata’da Cenevizli hakimlere dayalı bir mekanizma oluşturdular ve ait oldukları dini topluluğun liderlerinin temsilciliğinde cemaat sistemine devlet izin verdi. Bu resmi ve yarı özerk dini toplulukların dâhil olmasıyla Galata limanının yerel ve yabancı ticaretteki rolünün artması yeni işgal bölgelerinden gelen gayrimüslim nüfusun ilgisini çekti. Yerleşimlerine Osmanlı Sultanı tarafından özel izin verilmesiyle Beyoğlu’nun kuzey yarısına ve Şişli’ye yayıldılar.


Fransa Elçiliğinin de İstiklal Caddesi’ne taşınmasıyla XVI. yüzyıl ortaları ile XVIII. yüzyıl başı arasında birçok diğer elçilik de bu bölgeye geldi. Özellikle Fransa ve Rusya kültürlerinin Beyoğlu’ndaki Müslüman nüfusun günlük hayatına nasıl dahil olduğunu çağdaş anlatımlarda da görmek mümkün.


Çelik’e göre (1986) göre Beyoğlu’nun nüfusu %47’si yabancı, %32’si Rum ve %21’i Müslüman’dı. Dış ticaret ve eğitim imkanlarının etkisiyle hem Fener’den hem de yeni bağımsız olmuş Yunanistan Cumhuriyeti’nden birçok Yunan Kurtuluş/Tatavla’ya yakın Tarlabaşı ve Dolapdere olarak bilinen Beyoğlu mahallelerine yerleştiler. Yunanistan’ın bağımsızlığından sonraki yıllarda Yunanlılar kendilerini Osmanlı Türklerinden ayrı tutmak ve kendilerinin Avrupa ulus devletlerinden oluşan topluluğunun değerli bir üyesi olduklarını ispatlamak için Batı Avrupa dillerinde eğitimi uyguladılar. 1930’lardaki Yunan göçünden önceki süreçte birçok Yunan okulunda tek eğitim dili Fransızca idi. Beyoğlu’nda Fransızcanın lingua franca olarak kullanımının artması Lubuncada Fransızca sözcüklerin olmasını da açıklıyor.


Lubuncanın oluşumunu sağlayan fiziki alanın tespit edilmesi için sözcük dağarcığına en çok katkısı olan topluluğun da yerleşim yerlerine bakmak gerekiyor: Romanlar. Gezgin olmaları itibariyle belli bir bölgede ya da mahallede yaşadıklarına dair bir sonuca varmak zor olsa da çağdaş kaynaklar bazı Roman topluluklarının yerleşik olduğunu gösteriyor. Daha önce bahsettiğimiz Romanca köklere Yunanca eklerin getirilmesi Lubuncaya katkıda bulunun Romanların Hristiyan olduğu fikrini verse de İstanbul’da yaşayan Hristiyan Romanlara dair bir kayıt da yok. Bu iki şekilde açıklanabilir: (1) Hristiyan Romanlar Yunanlılar gibi göç ettiler ya da (2) zulümden kurtulmak için İslam’a döndüler. İkinci durumda İstanbul’da şu an yaşayan Müslüman Romanların yerleşim yerlerine bakabiliriz. Yoğunlaştıkları iki alan var. Biri Tophane, diğeri ise Tarlabaşı Caddesi’nin hemen kuzeyinde kalan Bülbül. İkincisi transseksüel seks işçilerinin çoğunluğuna ev sahipliği yapan yolların kesiştiği bir alanda yer alıyor. Bu gruplar arasındaki muhtemel Hristiyan geçmişine bakarsak atalarının sadakatsiz olduğunu ve İslam’a dönüşlerinin fırsatçılık olduğu gerçeğiyle karşılaşabiliriz. Mischek’e göre (2006) göre Tophane’deki eski Romanlar Yunan komşularıyla dostça ilişkiler içindeydi ki bu Paspati’nin (1870) Hristiyan Romanların daha yoksul Yunanlılarla evlendiği iddiası ile uyuşuyor. Ayrıca aynısının Bülbül’deki topluluklar için de geçerli olduğunu düşünmek mümkündür.


Lubuncanın oluşumuna dahil olmuş çeşitli toplulukların yerleşimleri ile ilgili bilgileri bir araya getirdiğimizde Beyoğlu semtleri ve Şişli’nin güneyi, İstanbul’un Kuir topluluğu ve Lubuncada etkisi olan etnik dilsel azınlık gruplardan oluşan grubun arasındaki etkileşimin kesişim noktası olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle öne çıkanlar Bülbül’ün komşu mahalleleri, Tarlabaşı, muhtemelen Kasımpaşa ve Kurtuluş/Tatavla’nın bazı kısımları. Bu mahalleler önemli Kuir nüfuslarına şu anda ve yakın tarihte ev sahipliği yapmış ve Romanlar ile Yunanlıların tarih boyu yoğunlaştığı, öte yandan Ermeniler, Bulgarlar, Fransızlar, İngilizler, Ladinolar ve Rusça konuşan bir nüfus tarafından da çevrelenmiş bir merkez içinde yer alan mahalleler.


1.2.2 Sosyal Alan Buraya kadar anlatılanlar bize Lubuncadaki Türkçe olmayan unsurların çoğunun yayılma alanını verdi. Ama bu topluluk üzerindeki dilsel etkinin ne zaman ve nerede olduğunun belirlenmesi Türkiye Kuir topluluğunun neden diğerleri yerine bu dillerin kaynaklarından etkilendiklerine ya da azınlık dillerinden gelen bu sözcüklerin neden Kuir olmayan İstanbullu Türklerden çok Kuir Türklerin argosunu etkilediğine cevap olmuyor. Kısacası XX. yüzyılın başlarında Romanca ve diğer azınlık dillerinin Lubuncayı bu kadar etkilenmesindeki sosyal etkenler nedir?


Bir insanın dil habitusunun etrafındaki sosyal koşullardan etkilendiğini varsayarsak Lubuncayı yaratan Türkiye Kuirlerinin etkileşime geçtiği çevre azınlık dillerini de onlara yaptığı gibi aynı sosyal koşullarına içine sokan bir çevreydi. O yüzden daha önce bahsedilen mahallelerde Lubuncanın oluştuğu düşünülen dönemdeki sosyal koşulları incelemek gerekmektedir.


XX. yüzyılın ilk yarısı Türkiye’deki gayrimüslim topluluklar için oldukça çalkantılı bir dönemdi. Pan-Türkizm ve Pan-İslamizm gibi Osmanlı İmparatorluğu’nu bir arada tutmak üzere oluşturulan ideolojiler aksine dağılmasına katkıda bulunuyordu. Birinci Dünya Savaşı ve ardından yeni Cumhuriyet’in liderlerinin yaptığı Kurtuluş Savaşı’yla birlikte Avrupalı sömürgeci güçlere ve Yunanistan, Ermenistan ve Bulgaristan gibi yeni oluşmuş devletlere karşı verilen mücadelelerin taze hatıraları Cumhuriyet sınırları içerisindeki çoğu yerin farklı etnik kökenleri olan insanlara ev sahipliği yapması ulusal güvenliğe karşı bir tehdit olarak görüldü. Gayrimüslimlere karşı çıkarılan yasalar milyonların göçüne sebep oldu. Kalanlar ise artan bir ayrımcılıkla ve ekonomik sıkıntılarla karşılaştılar. 1926’daki Devlet Memurları Kanunu’nun dördüncü maddesi ile devlet tarafından doğrudan ya da dolaylı desteklenen bir kurumda herhangi bir pozisyonda çalışabilmek için “Türk olma” şartı getirildi. Bu yeni iş başvuruların önünü kestiği gibi milletvekilliği gibi yüksek rütbelerdeki, avukatlık ve okul öğretmenliği gibi işlerde olan gayrimüslimlerin de ihracına sebep oldu. 1929’da Menkul Kıymetler ve Kambiyo Borsaları Kanunu ile hisse senedi değişimi veya döviz ile alakalı işlerde çalışmaları, 1932’de ise Türk olmayanların en basit işlerde bile çalışmaları engellenmiştir. İstanbul’un Kasımpaşa, Tarlabaşı, Bülbül ve Tatavla gibi hepsi Yunanlar, Ermeniler ve Yahudilerden oluşan büyük bir nüfusa sahip mahallelerinde bu insanların mallarının değeri düşmüş dükkân sahipleri piyasanın çok altında fiyatlara yerlerini satmışlardır. Gayrimüslimlerin sahip olduğu ev ve dükkanların yağmalandığı hatta bazılarının yakıldığı 6-7 Eylül olaylarını da takriben bu mahallelerdeki emlak talebi düşmüştür. Tüm bunların sonucunda bölgenin yerlileri gitmiş bahsedilen dört mahalleden üçünde uyuşturucu ticareti ve fuhuş gibi yasadışı işler yerini almıştır ki bu mahalleler bugün bile bu özellikleri ile anılmaktadır. Daha önce bahsedilen bölgede Kuir olan ya da olmayan insanların yaptığı fuhuştan bahsetmiştik. Buna ek olarak azınlık dillerini konuşanlarla Lubuncayı oluşturan Kuirlerin arasındaki bağlantının Osmanlı’nın son yıllarında ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında çoğunlukla kayıt altına alınmamış seks işçiliği bağlamında gerçekleştiğini göreceğiz.


İstanbul’daki seks işçilerinin demografik tarihine bakıldığında genellikle kabul gördüğü gibi bu işe girilmesindeki en büyük etken ekonomik ihtiyaçlar. Bilinçli bir tercihten daha çok diğer sektörlerde iş bulamadıklarından böyle bir yola giriyorlar. Kadınlar ise erkeklere kıyasla iş bulma imkanları çok daha düşük olduğu için bu işe daha çok yöneliyorlar. Bunu doğrulayan birçok çalışma da bulmak mümkün. Paspati (1870), bunun Osmanlı’nın son zamanlarında ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında Hristiyan Roman kadınları için de geçerli olduğunu söylüyor. En azından Cumhuriyet’in 11 Nisan 1935 tarihli bir kaydına göre Cumhuriyet’in ilk yılları boyunca Beyoğlu’nda hala seks işçiliği yapan “çingene” kadınlar vardı (Wyers, 2012). Bu kadınlar altmış yıl önce seks işçiliği yapanlarla aynı topluluktan geliyorsa muhtemelen hem Romanca hem de Yunanca bilgisine hala sahiplerdi ve bu da özellikle işlerin yapıldığı bölgede Yunancanın hâkim dil olduğu düşünülürse Lubuncada da görülen Yunanca eklerle desteklenen Romanca köklerin varlığı için yeterliydi.


Roman kadınlar, bu dönemde ekonomik koşullardan dolayı seks işçiliğiyle uğraşan tek azınlık kadınlar değillerdi. Wyers (2012), Türkiye’deki fuhuş düzenlemesine ilişkin kitabında yaygınlaşan milliyetçi ideolojiler ile gayrimüslim vatandaşlar tarafından paralı seks ve ticareti yapılan yabancı kadınlar için oluşan yasal ve yasa dışı pazarların hakimiyeti arasında bir bağlantı kurmuştur. Gayrimüslimlerin iş bulmasının zorlaşması erkeklere göre işleri daha zor olan yabancı kadınları fuhuşa zorladı. Riggs’in (1922) çalışmasından şehrin kayıtlı genelevlerinin etnik köken dağılımına bakıldığında İmparatorluğun son yılında 16 Müslüman genelevi ve 155 gayrimüslim genelevi (75’i Yunan, 45’i Yahudi ve 35’i Ermeni) olduğu ortaya çıkıyor.


Türk erkeklerinin Türk olmayan kadınlarla para karşılığı seks yapma taleplerinin artması Cumhuriyet’in kurulmasının ardından milliyetçiliğin had safhada olduğu bir dönemde Almanlardan esinlenilmiş saf ırk yasalarını savunanlar için sorun olarak görülüyordu. 1930’da çıkarılan bir yasayla yabancıların kayıtlı fuhuş yapmaları yasaklandı (Wyers, 2012). Sonuç olarak ülkeyi terk etmeyen gayrimüslim seks işçilerikayda alınmamış genelevlerde ya da kaydı alınmamış vasıtalarla çalışmak zorunda bırakıldı. Fakat bırakıp gidenlerden dolayı İstanbul gibi müşterilerin özellikle gayrimüslim (özellikle Hristiyan) kadınları tercih ettiği şehirlerdeki yüksek talebe karşılık seks işçisi sağlamada sıkıntı yaşandı. Bu boşluk da hem Cumhuriyet’in Yunan ve Ermeni topluluklarından hem de Osmanlı ile bağlantılı çoğunluğu Hristiyan olan bölgelerinden gelen Hristiyan kadınların yasadışı bir şekilde ticaretinin yapılması ile karşılanmaya çalışıldı. 1960’larda yasada her vatandaşa izin verilmesine dair bir değişiklik yapıldıysa da İstanbul’un en meşhur madamları (2001’de ölen milyoner Matilda Manukyan gibi) şehrin büyük Ermeni topluluğundan gelmeye devam ediyor.


Seks işçiliğine sebep olan temel ekonomik motivasyonlar birçok yerde Kuirler için de geçerliydi. İstanbul’daki Kuir alanlarının doğasının, belli tarihlerden önceki Kuirler için kaynaklarımızın kıt olmasına rağmen zamanla değiştiği oldukça açıktır. Son zamanlara kadar şehrin Kuir topluluğu hakkındaki anlatılarda görülen yaygın izlek eşcinsel erkekler ve trans kadınların seks işçiliğine bir şekilde dahil oldukları yönünde. XVI. yüzyıl Osmanlısında nam-ı değer Deli Birader’in kitabı Kitab-ı Dafı-ü’l-Gumum ve Rafı-ü’l-Hümum (“Gamları Def Eden Kitap”) ve XVII. yüzyılda hamamlar için hazine vekilliği yapan Derviş İsmail’in kitabı Dellakname-i Dilgüşa (“Gönül Açan Tellaklar”), ikisi de tellakların aristokratik erkek müşterilere cinsel hizmet sağladığı hamam bağlamında eşcinsel erkek ilişkilerine dair oldukça detaylı anlatımlara sahiptir. Başlıklarından da anlaşılacağı üzere bu eserler erkek eşcinselliğini kötülememiş aksine onu Osmanlı saray kültürünün bir parçası olarak övmüştür. Fakat hamamlardaki benzeri ticaretlerin anlatımları arttı ve Osmanlı’nın son yıllarına doğru hemen hemen aynı zamanlarda köçekliğin de düşüşüyle de bağlantılı olarak bu anlatıların bağlamları olumsuz anlamda değişti. II. Abdülhamit’in halifeliği yeniden ortaya sürmesi muhafazakâr İslami değerlerin yeniden canlanmasına sebep olmuştur. II. Abdülhamit yönetiminde eşcinsel erkek seks işçilerinin çalıştığı yerlerin yok edilmesi ve İstanbul’daki eşcinsel erkek seks işçilerinin sosyal sermayesindeki düşüş Sultan’ın baş hukukçusu Cevdet Paşa tarafından yazılmış bir raporla belgelenmiştir. Yazar bu belgede Osmanlı hükümeti üyeleri arasında bu şekildeki seks işçilerinin varlığının yok edildiği konusundaki övünçlerini dile getirmiştir.


Son dönem Osmanlı edebiyatındaki erkek eşcinselliğinekarşı görülen bu düşmanca yaklaşım eşcinselerkekler arasındaki fuhuş etkinliğinin durduğunu hatta bu dönemde azaldığını bile göstermez. Fakat bu işi yapanlar güvenli bir şekilde işlerini icra ettikleri fiziki alanı kaybettikleri gibi önceki üç yüzyıl edebiyatında da gösterilen aristokratik himaye tarafından sağlanan sermaye seviyesine ulaştıkları sosyal alanı da kaybetmişlerdir. Osmanlı elitlerinden sağlanan desteği kaybetmelerinin ardından eşcinsel erkek fuhuş oranının düşüp düşmediği bilinmese de eşcinsel erkek ve trans kadınların seks işçisi olarak baskın kültürün homofobik olduğu kentsel bölgelerde yaygın olduğu görülüyor. Berghan’ın (2007) konuştuğu Türk trans seks işçileri tıpkı azınlık kadınlar gibi fuhuşa girmelerinin sebebi olarak ekonomik imkanların yokluğunu öne sürmüşler ve sosyal sermayeye ulaşmalarının sınırlı imkanlar dahilinde olması ile Türkiye Kuirlerin seks işi yapması arasındaki bağlantıyı vurgulamışlardır. Eşcinsellik Türkiye’de yasadışı değil, Osmanlı İmparatorluğu’nda da hiçbir zaman yasadışı olmadı ve hatta 1858’deki Tanzimat reformlarının bir parçası olarak yasal olduğu açıkça da belirtilmiştir. Bunlara karşın Türk devletine bağlı birey ve kurumların birçoğu eşcinselliği “ruhsal bozukluk” ya da “psikoseksüel bozukluk” olarak sınıflandırdılar. Türkiye’de eşcinsel erkekler ve transseksüeller sürekli polis tarafından saldırı hedefi oluyor ve Türk Ceza Kanunu’ndaki Genel Ahlak bölümünde belirsiz bir şekilde verilmiş ifadeler göz önüne alınarak suçlu görülüyor ve yargılanıyorlar. Bunun sonucu olarak da çoğu eşcinsel erkek kimliğini saklama gereği duyuyor ve nüfus cüzdanlarındaki cinsiyet ve cüzdanların rengi cinsel kimlikleri ile alakalı gizliliği neredeyse imkânsız kılıyor. Üstelik bu insanlara hayatlarını kazanmak için seks işçiliğinden başka alan bırakmıyor. Dahası 2004 Türk Ceza Kanunu’nda erkek veya trans kadınların kayıtlı fuhuşla ilişkileri açıkça yasaklanmamasına rağmen 2005’e kadar etkin olan 1926 Ceza Kanunu yalnızca kadınların kayıt altına alınmalarına izin veriyor. Doğumunda erkek olan bireylerin Türkiye’de kayıtlı fuhuş yaptıklarına dair hiçbir kayıt yok, bu yüzden de tüm erkek ve trans kadın seks işçiliği Türkiye’de kayıtlı değildir yani yasadışıdır. Wyers (2012) İstanbul’da Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki kayıt altına alınmayan fuhşu Donovan’ın (2006) anlattığı prensibe göre yorumluyor. Buna göre yarattıkları “ahlaken bozuk mahalleler” ve sosyal alanlar, diğer türlü bulundukları toplumun normları yüzünden bir araya gelemeyecek sosyal ve etnik grupların etkileşimine izin verir. Bessinger (2007) ayrıca son Osmanlı ve Osmanlı sonrası Romanya müzisyenlerinin yaşadığı Roman ağırlıklı alanların ideolojik olarak saraydan olmayan müzik motiflerinin ve Müslüman Türk cemaate ait tekniklerinin Romanya’nın Hristiyan nüfusundaki daha ana akım unsurlara aktarılmasını sağladığını söyler. Romanca ağırlıklı oluşumu ve onu kullanan nüfusların benzer şekilde belli belirsiz doğasını düşününce Lubuncanın aynı şekilde belli belirsiz bir alanda olması muhtemel. Fakat bu alandaki saray dışı malzeme dilsel bir malzemeydi ve kökenini gayrimüslim, Türk olmayan topluluklardan alıyordu. Öte yandan bunları benimseyen gruplar daha çok Müslüman, Türk toplumunun üyeleriydi. Etnik ve dilsel olarak çoğunluğun üyeleri olarak azınlık ağırlıklı alanlara giren Türkiye Kuirleri bu alanlar içindeki lokal sermayelerini arttırmak için bu azınlıkların dillerini benimsemişlerdir. Böylece Romancanın Lubunca sözcük dağarcığına en çok katkıyı yapan dil olması şaşırtmamalıdır. Matras’ın (2002) da açıkladığı gibi Romanca etnik ve dilsel çoğunluğun içindeki marjinal unsurlar tarafından bu kadar benimsenmesi Romanların “sosyal düzene karşı başarılı bir protesto grubu” olarak tanımlanmalarından ileri gelmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun sonraki yıllarında Kuirlerin, Romanların ve diğer gayrimüslim azınlık kadınlarının kayıt altına alınmayan fuhuş etkinliğinde bir araya gelmeleri Lubuncaya dilsel anlamda etki etmelerini kolaylaştıran benzer sosyal koşulları deneyimlemeleri ve sosyal alanlarının ortak olmasını açıklıyor.


Çeviren: Hilal Ebru Yakar

Son Yazılar

Hepsini Gör
“Yılan Uykusu”ndaki İnsan

Sait Faik Abasıyanık “Yılan Uykusu” adlı öyküde insanın karmaşıklığını ve benzersizliğini iki hüviyetsiz karakter üzerinden anlatır. Öykü...

 
 
 

Comments


Öne Çıkanlar
Son Yüklenenler
Bizi Takip Edin
  • Facebook Classic
  • Twitter Classic
  • Instagram Social Icon
bottom of page